Enver Paşa, gençliğinin baharında, cesaretiyle ve vatan aşkıyla parlayan bir subaydı. Gözlerinde daima uzaklara bakan, ideallerle yanan bir ışık vardı. Girdiği her ortamda dikkat çeker, karizmasıyla insanları etrafında toplardı. Ancak kalbinin en derin köşesi hâlâ boştu. Ta ki Naciye Sultan’ı görene dek…
Naciye Sultan, Sultan Abdülmecid’in torunu, zarafetin ve asaletin vücut bulmuş hâliydi. Gözleri deniz gibi derin, duruşu ise bir çiçek kadar narindi. O, saray duvarları ardında büyümüş, eğitimli, ince ruhlu bir genç kızdı. Hayatın ona sunduğu her şey altınla süslenmişti ama kalbi, yalnızlığın ince sızısıyla doluydu.
Bir gün, sarayın geniş bahçesinde düzenlenen bir davette yolları kesişti. Kalabalığın arasında göz göze geldiklerinde zaman durdu adeta. Enver Paşa, onun gözlerinde sadece bir sultan değil, kendi kaderinin yazılı olduğu yıldızları gördü. Naciye Sultan ise onun bakışlarında, yüzyıllardır özlediği sarsılmaz bir güven ve tutkuyu hissetti. O andan itibaren, ikisinin de hayatı değişti.
Bu aşk kolay değildi. Ne Enver sıradan bir askerdi, ne de Naciye sıradan bir kadın. Saray entrikaları, siyasi dengeler, her adımda önlerine duvarlar ördü. Ancak Enver Paşa, yalnızca bir asker değil, aynı zamanda aşkının da savaşçısıydı. Sultan Abdülhamid devrildikten sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yıldızı parlayan liderlerinden biri olmuştu. Naciye’yi istemeye cesaret ettiğinde, karşısında bir imparatorluğun bütün gelenekleri vardı. Ama aşk, geleneklerden de güçlüydü.
1911 yılında, devletin ve sarayın gözleri önünde, sade ama ihtişamlı bir törenle evlendiler. Naciye Sultan, artık yalnızca bir sultan değil, Enver’in karısıydı. Bu evlilik, aynı zamanda iki dünyanın birleşmesiydi: biri sarayın altın yaldızlı sessizliği, diğeri ise cephelerin barut kokan kararlılığı…
Beraber geçirdikleri yıllar kısa ama yoğundu. Enver, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Arabistan çöllerinde vatan için savaşırken, Naciye her gece dua ederek gözyaşlarını yastığına akıtıyordu. Aralarındaki mektuplar, bugün hâlâ bir aşkın en saf yansımalarıdır. Her satırında özlem, her kelimesinde vuslat duası vardı.
1918’de Osmanlı yenildiğinde, Enver artık sadece bir kumandan değil, bir sürgündü. Naciye Sultan ise onun ardında kalan, çocuklarıyla birlikte gözyaşını zarafete dönüştüren bir kadındı. Enver Paşa, 1922’de Orta Asya’da bir dağ yamacında şehit düştüğünde, Naciye Sultan’ın kalbinde bir yıldız daha söndü. Ama onun anısını, aşklarının kutsallığını ölene dek taşıdı.
Bu aşk, sadece iki insanın değil, bir çağın, bir imparatorluğun hüznüyle yoğrulmuş bir sevdaydı. Ve ne zaman Boğaz’dan bir rüzgâr geçse, belki hâlâ fısıltıları duyulur:
“Ben seni, tarihin bile unutmaktan korktuğu kadar çok sevdim